Alıntı
Aşk,
çılgınlıktır.
Çılgınlık
ise "anlayış" ile "düşünüşün bozulmuş ve yıpranmışlığından başka
bir şey değildir.
Oysa
sevgi, tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar; anlamayı ve düşünmeyi de
yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.
Aşk,
sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği
güzellikleri sevgilide görür, bulur.
Aşk,
büyük, güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir
doğruluktur.
Aşk,
denizin içinde boğulmaktadır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir.
Aşk,
görme duyumunu alır; oysa sevgi, verir.
Aşk,
kabadır, şiddetlidir. Bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi,
tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanısıra dayanıklı, güven içindedir.
Aşk,
hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer
vermez. Aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. Aşk korundukça eskir.
Oysa sevgi yenilenir.
Aşk,
sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi
sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye
egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.
Aşk,
onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak
ister. Aşk, kişinin bencilliği ile ruhumsal, hayvansal ruhunun bir
çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir
başkasında görünce ondan nefret eder… ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni
sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için
beslediğini, beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve ruhsal
doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği
için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.
Aşkta
rakip sevilmez. Oysa sevgide "köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi
severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. Aşk, sevgiliyi kendi lokması
olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır
durur. Kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden
de nefret edilir. Sevgi ise inançtır. İnanç ise salt bir ruhdur. Sınırsız bir
sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir.
Aşk,
doğanın kementidir. Doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün
aldıklarını ölümün güç kaynağı olan aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar
diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin, doğanın gözlerinden uzak,
kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği" bir aşktır. Aşk,
içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından
kurtulmaktır. Aşk, gövdenin görevlisidir. Oysa sevgi, ruhun elçisidir. Aşk,
kişinin yaşama dalıp doğanın çok sevdiği güncel yaşamla oyalanmasına yönelik
büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan
dolayı yabansıttıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabana pazar içerisindeki
korkunç özbilincidir.
Aşk,
tat aramaktır. Oysa sevgi sığınak aramaktır.
Aşk,
aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, "yabancı ülkede dildaş
bulmak"tır.
Bir
tiyatro oyununda, bir oyuncu, kılıcının gücünü ve keskinliğini krala göstermek
üzere çelikten bir parça koyup bir vuruşta ikiye böldü. Oradakilerin tümü
şaşkınlığa düştü. Bir sabahın ak bir bulut parçası gibi ince, hafif olan
incecik yumuşak bir ipeği boşluğa bıraktı. İpek örtü, yığılmış bir duman yığını
gibi boşlukta, şair bir ruhun durgunluk, güzellik ile inceliğinde açılıp,
saçılırken kral yumuşaklıkla, ağırlıkla, ağırbaşlılıkla, güvenle kılıcını
ortasından geçirdi. En ufak bir direnişle bile karşılaşmadan ipek örtü ikiye
bölündü. Böylece parçaların herbiri boşlukta, bir yana gitti. Kılıcın ebrişem
ipek örtünün ortasından geçmesiyle de, üzerlerinde ufak bir iz bile oluşmadı.
Kılıcın ortasından geçişini duyumsamadı bile... dersin!
Kılıç da öyle geçiyordu; bir ilkyaz sabahı
bulut parçasının ortasından, ya da düş atmosferinde dalmış olan bir ozanın
sigarasının ak duman yığınının arasından geçiyor olduğunu sanırsın!
Ah! aşk hangi kılıç oluyor, sevgi hangi kılıç,
diye "birbirini izleyen yazılar ve baskılar" yapamam.
………….
Nirvana,
Tanrı'da aşk ateşi!
Kimler
yönelmiştir buna?
Tanrı'nın ruhunda aşk ateşi, varlığın tümden
tecellisi olduğu bir ateş; sıcak olmayan, kızgın olmayan bir ateş!
Niçin’ Onda gereksinim yoktur. Onda dalgalanım
yoktur. Onda dayanıksızlık, kuşku, sarsılım, kaygı, titreşim, işkil, acı...
merak yoktur. Yine de ateştir. Her ateşten de daha ateşlidir. Bütün ateşlerden
de daha ateşlidir. Her bir alevinin ışığı yaratılış olan, gölgesi gök olan,
albenisi evren olan, azıcık, yumuşak külleri samanyolları olan ne desem? ...bir
ateş!
Tann'da
aşk ateşi budur!
Nasıl nasıl!
Aşk
ateşi böyle olmaz ki!
!
Öyleyse bu sevgi ateşidir. Evet... sevgi
ateşidir. İlginç!
Ben
de bütün arifler ve ozanlar gibi konuşuyorum: Aşk ateşi!
Üstelik
Tarın'da!
Yok
yok!
Kızgın olmayan, soğuk olmayan, ısısı
olmayan... sevgi ateşidir; niçin?
Gereksinimi
yok, amacı yok, ulaşması yok, bulması yok, yitirmesi yok, elde etmesi yok,
kullanılması yok, işe yaraması yok, yanışı acısı yok, dalgalanması yok, kuşkusu
kaygısı yok, yaını uzağı yok, korkusu umudu yok, ölümü yaşamı yok, sertliği yumuşaklığı
yok, kafesi yok, bekleyişi yok, suçlaması yok, yoruşu yorumsaması yok, korkusu titreyişi
yok, ısısı ışığı yok, bağı bağlılığı yok, koşulu yok, dönüşü yok, duruşu yok,
gidişi yok, arınımı yok, aptallığı yok, anlamaması yok; gereği, çıkan, yaran,
"niçin"i, "için"i, gerektirimi, ayrılığı, uyuşumu,
karşıtlığı, örtücülüğü, ortak koşuculuğu, kuşkusu, inanç gevşekliği, isteği,
eğilimi, tadı, ağnsı... yoktur. Ateştir. Aşk ateşi değil, sevgi ateşidir....
Ne
diyordum? ... at...lar!
Evet...
birtakım ruhlar at gibidir, dedim. Her atın devindirici yerleri olur, atların
en sert kırbaçlara karşı bile kaşlarını çatmadıkları olur. Koltuk altlarına
neşter bile hatırsan duyumsamaz. Duyumsamasına duyumsar da kıpırdamaz.
Duyumsamamış gibi... Ancak, bu atın, kendisinin birkaç devindirici yeri olur. Kulak
dibi, boynunda bulunan bir yer ya da yerler, sırtı, göğsü, boğazaltı... Küçük
parmak ucunun buralara en ufak bir dokunuşu sonucu, birden ürker; birden
korkuya kapılan bir kuş gibi kanat çırpıp uçar. Öyle çılgınca bir hız
yapar; en becerikli binicileri bile yere atar, önüne çıkan her engeli kırar
geçer. Teper. Dağ, ova, dere, ırmak, tepe, engebeli yer, deniz, kent, ne varsa,
kim varsa, nere varsa, aşar, yıkar, kırar... atar, gider, gider... bitkin düşene
dek, gözlerden kaybolana dek... İşte ben, ruhumun bir at ruhu olduğu duygusunu
taşıyorum. Attan aşağı da değil yukarı da!
….
Melik
Dinar, çölden dönüyordu: "Nereden geliyorsun? diye sordular: "Çöle
uğradım, aşk yağmış, yerler ıslanmıştı, insanın ayağı nasıl çamura batarsa,
benim de ayağım aşka batıyordu"! dedi.
O,
bizim gibi mi; çölü görüyor, havayı alıyor, yağmurun, yağmurla ıslanan toprağın kokusunu kokluyor?
Alparslan'ın
uşağı Nizamulmülki Tusî gibi mi?
Ölüm
anına bakınız, kişiler bir bir, o anda, neler, nasıl görüyor?
Son
Roma İmparatoru, ölüm yatağındayken, son soluk olduğunu anlayınca, birden ayağa
kalkarak çığlık atan "Bir imparator ayakta ölür"!
Askerleri, ayakta ölmesi için kollarından
tutarlar.
Bir
de Zeliha!
Ozanın biri, ölümünün recezini söylemiş:
En
son solukta Zeliha söyle mırıldandı.
Sevgi
çekiciliğiyle bahadan oğul aldım.
Bir
de Sibeveyh, ünlü dilbilimci, yazma kişi. Yaşamının son anlarında, solgun
gözlerinde özlem gözyaşları ile bir yazıksayış olduğu, sesinin de hıçkırıklarla
titerşi yor olduğu bir durumda:
'Mütu
ve fi gaibi şaibetu hatte!' diye inler.
ölüyorum
ancak, içimde, "hatte" konusunda kuşku var daha!
gerçekten de ad mıydı, yoksa cer harfi miydi,
diye?
…
"Bilinmemek"
insan ruhu açısından büyük bir acıdır. Bir ruh ne denli güzel, ne denli
"var"sıl olursa, "tanıdık"ı o denli gerekser.
Ariflerimizin:
"Aşk ile güzellik, ilksizlikte anmışmışlardır," demeleri bu
yüzdendir. Bu, Doğu’nun yaratılış felsefesidir. Tanrı bile tanınmak istiyor.
Bilinmez kalmak islemiyor. Bilinmemektir, yalnızlık duygusu ile yabancılık
ile yadel acısını var eden. Her insan bir kitaptır, kendi okuyucusunu dört
gözle bekler. İslam, ne güzel, yaratılış felsefesinde, Doğu gizemciliğinin
sözünü ettiği "aşk"ın yerine "bilme"yi yerleştirmiştir. Söylemiş
idiğim gibi, aşk içgüdüsel bir gereksinimdir. Ne ölçüde aşırı, güzel bir aşk
olursa olsun. Ruhun örtüsü altında gövdenin yararına işler. Oysa tanışım,
insani bir gereksinimdir. Ruhun işidir. Biri kişiye "yönelecek"
olursa, o "içten, an, gizli benliğimizi anlayacak olursa, içimizde
gizlenemeyecek, nitelenemeyecek
…
Tapınak
kana susar.
Tapınım
hep kanla, adamayla olmuştur. İsmail!
Bu kutlu adak!
İbrahim'e bak. Gönül bağladığı yavrusunu aşk
için kurban ediyor. Bıçağı ciğerparesinin gırtlağına dayıyor. Bu yaşam boyu
acılarla, umutlarla büyüttüğü yavruyu "kendi eliyle "kesiyor".
Aşk "içtenlik"tir. Gönülsüz, acısız yan aydınlar da tutturuyorlar
adak da ne oluyor diye. İlginç!
İlginç!
Neden anlamıyorlar?
Kan
isteyen, adak isteyen o değil, sevendir ona büyük gereksinim duyan. Ona, yok,
gönlüne, kendine, inancına göstermek istiyor: "Ben İsmail'imi bile
kurban ederim sana" diye. Kendisinin sevmek ve inanmak konusunda kesin
olduğunu göstermek isliyor!
"Kesin"!
Bütün yaratılmışlarda olmayan şeyi, doğanın
içinde bulundurmaktan yoksun olduğu, yapmaya güç yetiremediği şeyi, içimde ben
bulundururum, ben yaratırım. Evet, ey inanç!
Ey aşk!
Ben artık yokum; benim artık bir şeyim yok;
senin hiçbir ortağın yok; birsin sen; ortaksızsın; eşsizsin; her şey sensin;
ben de yokum. Bir şeyim yok; istemiyorum; ben dünya eri değilim, "ben
kadın, altın, makam eri değilim." Ben bu murdar sofralara aç değilim ey aşk!
Ben bu küflenmiş hatalara, bu acı sulara
susamış değilim ey inanç!
Ben, inancımı, aşkımı yaşamakla bile
bulaştırmayacağım. İçtenlik!
İçtenlik!
Yalnız sen demek!
Birsin!
Birsin!
…
Nasıl
göstersin bunu?
Göstermeli.
Ona değil, o biliyor; kendine de değil, kendisi bulur; yok yok, böyle somutlaşıma,
böyle bir gereksinime gereksinim duyuyor, çok!
Ne tatlı bir acıdır!
Özgeçinin ne ilginç bir esrikliği var!
Ne denli acıysa o denli tatlı!
Evet, adak!
Aşk susuyor, kan vermek gerek ona!
Soğuyor, ısıtmak gerek onu; açılıyor, adak
sunmak gerek ona. Aşk adaklarla, kanla güç bulur, durulur, büyük, an, lekesiz
olur, ısınır ışınsıl olur... Kendisi dışındaki her şeyden arınır da soyut,
bulantısız, duru, an olur!
Şimdi
kurban bayramıdır!
…
Aşk
bayramı, inanç bayramıdır. Tapınma işidir. Aşk bayramı, kan bayramıdır.
Süslenip püslenme, gününü gün etme, kazanç ardına düşme değil. Geçinme, yaşam
değil. Çok sevilenin kurban edilmesi; her şeyden geçilmesidir. Kan dökme, arınmadır.
Amazon'da
yaşayanlar, her yıl kabilenin mutlu kızlarının en güzelini seçerler, süslerler,
"sim" içkisiyle aşk içinde özdengeçinin, inanç içinde yok olmanın,
Amazon'un içinde boğulmanın tadını doruğunda duyumsasın diye esrik ederler,
sonra çıldırmış durumda olan davul ve boruların gürültüleri içinde, aşkın,
coşkunun, tutkunun kaynayıştan ile gülüşler, ağlayışlarla yükselen çığlıklar
içinde ırmağa, Amazon su tapınağına atarlar, kız da dalgalann ağzında her türlü
el ayak çırpmayı bağlılığa, Amazon'a karşı ihanet olarak görüyor. Özgeçinin
tatlılığı içine boğulmuş kendini dalgalara bırakıyor da Amazon, kendi tapmanın! sevmenin öfkesiyle, duru kucağında öylesine
sıkıştırıyor; kızcağız sevginin verdiği ağrılardan, dayanılamayan tatlılığın
şiddetinden ona can veriyor da erince kavuşuyor.
Aşk
ile güneş ülkesi Çin'de adak bayramı gününde, tapınılanı, gök ve güneşin
simgesini, yakaranlarının susamış, yorgun gözleri onu görmenin esrik edici
içkisiyle kanıp durgunlaşsın diye güneş tapınağından dışarı çıkarırlar. Bu
görmenin adağı, en sevgili, en güzel çocuktu; anne ya da baba onu, mabudunun
arabasının tekerlekleri altına atar; çocuğunun, ciğerparesinin ezilmesiyle
birlikte yüreğinde tutuşan ateşin içinde inancı, her tutkunun paslarından, her
isteğin bağlarından, her lekenin renginden arısın, bağlılığa ulaşsın, mutlak
olana ulaşsın diye. Aşk, kumaş boyacılığının peykelerine benzeyen gönüllerden
nefret eder. Şu masmavi gök karşısında, renge dayanabilecek her etkenden
bağımsız olan girişimler, mutlak olana ulaşır, yüceliğe; yer gök arası boşluğu
kendisiyle doldurur, yeğni bir ruh gibi, yeryüzünde uçuşa başlar; güneşin
çağırması üzerine yükselerek güneşin eritici parlak bağrında yok olan yumuşacık
bir bulut parçası gibi.
Bu
büyük hicret boyunca, güç "yokuşlardan geçmek gerek, bu ilginç kimya
içinde, kızgın ateş ocaklarında erimek gerek...
Söz
de Mesih'tir,
Aşk
Meleği "Ruhu’l Kudüs"ün kendisini kimsesizlik, güzellik kızlığı
Meryem'inin üzerine salarak, tanımanın anısıyla yokluk unutağını açıp, istekli,
bekleyişti, gereksinimli bir yokluk olan masum dölyatağı boşluğunu kendi
"varlık"ıyla doldurduktan sonra orada kendi "oluş"unu dört
gözle bekleyen Mesih'i görerek, tanıyıp, duyumsadığı, böylece Mesih'in doğup,
sözün "var" olarak "anlaşılma"da "olup", başka
bir bilinçle özbilince ulaştığı an…
Söz
de, anlaşılmadığı dünyada, "kendi varlığını" duyumsayan bir
”yokluk"tur ya da "kendi yokluğunu" duyumsayan "bir
varlık","Başlangıçta hiçbir şey yoktu,Söz vardı, O söz de
Tanrı'ydı".
Uçsuz
bucaksız yokluk çölünde "yalnız soluyordu".
Onu
bir göz görsün isterdi, onu bir gönül tanısın isterdi
Sevgiyle
sıcak, tanışıklıkla aydın, inançla sağlam, içtenlikle an bir evde barınsın
isterdi.
Tanrı
yaratıcıydı
Yaratmayı
severdi:
Yeri
yaydı
Denizleri
de yalnızlığında dökmüş olduğu gözyaşlarıyla doldurdu
Acıklı
birliğinde yüreğinin üzerinde katmanlaşmış olan kendi sıkıntı dağlarını da
Yeryüzüne
koydu;
Yönsüz,
sonsuz gönderilerinin yolunu gözleyen yollan, dağlar ile ovaların bağrına
çekti,
Yüce,
duru ululuğundan göğü yükseltti,
Bağrının
hep kapalı duran kapıcığını da açtı,
Böylece
içinde ilksizlikten beri bağlı tutulan istekli ahlarını
Dünyanın
uçsuz bucaksız fezasına bıraktı.
Durgunluğun
ıssızlık yakarışlarıyla, varlığın tavanını boyadı.
Yeşil
dileklerini çekirdeklerin gönlüne attı,
Sevecen
"okşamalarının rengini de bulutlara bağışladı,
Bu
ezgiden de bir bileşim oluşturarak denizlerin yüzüne serpti,
Aşk
rengini altına verdi
Güzel
kokulu anılarının tatlı kokusunu yasemin koncasının ağzına döktü,
İpeksi
doğuş örtüsüne de umudun alımlı güzel yüzünü çizdi.
Böylece
altına gün oluşturum yolculuğunu bilirdi.
Yedinci
tan ağarmasının ilk gülümsemesiyle de 'devinim sabahı" başladı:
Dağlar
yükselivererek, ırmaklar da esrik, başı sonu olmayan buzlukların bağrından,
güneşin çağrısıyla kaynayışa geçti,
Dağların
soğuk kayalık süreneklerinden kaçıp,
Bekleyen
yakın kucak Denizin özlemiyle
Ovalann
göğsüne saldırdılar da
Denizler
kucak açu da... yaratılışın dokuzuncu günü,
İlk
ırmak tek yollu okyanus kıyısına vardı,
İlksizliğin
başından beri derin çukuru içine sinmiş olan
Okyanus
da,
Irmağı
karşılamak üzere, kendi kıyısından birkaç adım yürüdü, ırmak,
Ağır
ağır, sessizce, kendini, boyun eğmenin yanısıra gereksinime verdi
Okşanmak
isteyen alnını
Uzattı,
Okyanus
da, boyun eğmenin yanısıra gereksinime Okşayıcı dudaklarını
Uzattı
Ona
bir öpücük kondurdu.
Bu
işte ilk öpücüktü.
Böylece
deniz, kendi bir barınak arayan barksız kimsesizini kolları arasına almış oldu.
Onu,
kendi özlem dolu büyük yalnızlığı, okyanusa, geri getirmiş oldu.
Bu
işte ilk yakının ilk kavuşmasıydı!
Bu
da yaratılışın yirmiyedinci gününde oluyordu Tanrı da bakıyordu.
Sonra
tufanlar koptu, şimşekler çakıp gökgürlemeleri sevinç, şenlik çığlıktan atmaya
başladı da:
Yağmurlar,
yağmurlar, yağmurlar!
…
Kaynak:
Ali Şeriati – Kevir, Türkçesi Muhammed Nayif Sayir 1. Basım : Nisan1992, Ankara
Yorumlar
Yorum Gönder