Sen
yalnız gönlü bilirsin,
Mısır
ülkesinde yalnız imişsin.
Toplum
Kitabı
Önsöz
Şimdiki yalnızlığın
korkusuyla, tarihe kaçarken, açılımının başında bilinç, duygu ve düşünce
atılganlığı suçuyla otuzüç yaşındayken gövdesi yarık yarık edilip üzerine mum
eritilen kardeşim Aynulkuzat'ı buldum... Bilgisizlik dönemlerinde bilinç başlı
başına bir suçtur. Güçsüz bırakılmışlar ile güçsüzler arasında ruh yüceliği
ve gönül yürekliliği, su birikintileri ülkesinde Budha'nın deyimiyle “ada
olmak’ bağışlanmayacak bir günahtır.
Kendimden bir
"dağınık yakınma" okuduğum çok oluyor imiş. Sonra bunu kardeşim
Aynulkuzatin yazdığını görüyor imişim. Yine bunun gibi bu yazıyı, onun
yakınmasında okudum. Ben kendim yazmışım gibi gördüm. "Yakınlık"ın
kendisi iki "yakın"ın bir çeşit “başkalaşım"dır da ondan. Şimdi
onun Kevir'ime ilişkin önsözü ile Kevir'de bana ilişkin önsözüne geçelim
[Ne
yazsam gönlüm doyuma ulaşmıyor!
Bu günlerde yazdıklarımın tümü, yazılmasının
yazılmamasından daha iyi olacağına inanmadığım yazılardır.
Arkadaş!
Doğrular,
dosdoğrular... hep söylenmez. Kendimi kıyısı görünmeyen bir denize atmam da
gerekmez. "Kendim” de olmadan, "kendim’e gelince onları yazdığıma
üzüleceğim, onlardan dolayı incineceğim yazılar yazmam da gerekmez.
Arkadaş!
Korkuyorum korkulması da gerekiyor yazgının
tuzağından... Gerçekten de, sevginin dokunulmazlığına andolsun; bu
yazdıklarımla "mutluluk” dolu bir yol mu, yoksa "acılar" dolu
bir yol mu yürüyorum, bilmiyorum!
Gerçekten de, bu yazdıklarımın "boyun
eğmek” mi yoksa "baş kaldırmak” mı olduğunu bilmiyorum!
Keşke hepten bilgisiz olsaydım da kendimden
kurtulsaydım!
Hareketliyken veya
durgunluk anlarında birtakım yazılar yazınca onlardan dolayı inciniyorum, çok!
Tanrı'nın yolunda birtakım
yazılar yazınca da inciniyorum.
Sevenlerden söz etsem
de olmuyor, düşünenlerden söz etsem de olmuyor, yazdıkça yazsam da olmuyor, hiç
yazmasam da olmuyor, söylesem de olmuyor, sessiz kesitsem de olmuyor, bunu
açıklasam da olmuyor, açıklamasam da olmuyor, suskun dursam da olmuyor!
Yeni Baskının "Önsöz"ü Yerine Başka Bir Söz
Varlığım
yalnız bir sözcüktür benim!
Yaşamım da yalnız o sözcüğü haykırmaktır.
Ancak şu üç biçimde:
Konuşmak,
öğretmenlik yapmak, yazmak.
Yalnızca kişilerin
beğendiği: Konuşmaktır.
Benim de kişilerin de
beğendiği: " Öğretmenlik yapmaktır. Kendimi durgunlaştırarak bununla iş
yaptığımı değil, yaşadığımı duyumsadığım ise: Yazmaktır!
Yazılarım
da üçe ayırırım:
İçtimai, İslamî, Çölvarî
Yalnızca kişilerin
beğendiği, içtimâilerdir. Benim de kişilerin de beğendiği, dinî olanlardır.
Kendimi durgunlaştırarak bununla iş yaptığımı değil, ne desem yazdığımı da
değil... tersine, yaşadığımı duyumsadığım ise çölvârilerdir.
İşte bunları
yayınlarken oluşan kuşkularım bu yüzdendir.
Eylemlerimin yanısıra
düşüncelerimin bir sonucu olmayıp, tümden 'varlığımın parçaları'ndan oluşan on
bin kelimeye yaklaşan bu üçyüz sayfalık yazımı oluşturan sözcükler ise beni
dönemin taşkıranlarının altına sürüklemiş kırdırıyor. Burnu ve gözleri bağlı
bir eşeğin çektiği şu acımasız "değirmen", içimin, beynimin,
duygularımın, sinirlerimin
üzerinde döndükçe dönüyor, dönüyor, dönüyor... gecenin bitimine dek!Şemsî
Tebrizî'nin de deyişiyle:
O
Yazıcı üç çeşit yazı yazdı,
Birini
o okudu başkaları değil
Birini
o da okudu başkaları da
Biri
o da okumadı başkaları da
Böylece gün başlarken
başlamış olduğu yere yeniden gelmiş oluyor. Bu dönme böyle sürüp gidiyor. Bu
döngü ile, bu "eşeğin" yolculuk gibi bir amacının olmadığı apaçık
ortadadır. Bu taşı da bir yerlere götürmeyecektir. Bir amacı varsa, o da bizim
yağımızı çıkarmaktır. Bir sonucu varsa, o da bizden arta kalan parçaların,
üzerimizden geçen, dolayısıyla "yaşam" denilen "sinsi
fısıldayıcı!" gccegündüzün ayakları altında ezilmesidir.
Kaygım
ise şudur:
Bütün bu
"acı", "olumsuzluk" ile "saçmalıkları gençlik, umut,
inanç coşkusuyla dolup taşarak "gitmek", "ulaşmak",
"yapmak" üzere yola çıkmış olan bu kuşağın içine dökmek, öldürmek
üzere sağlığını bozmak demek değil midir?
Bu soruya olumlu,
olumsuz hızla, kesin bir yanıt vermek, önemsememenin yanısıra aşamaları hızla
atlayıp geçmeyi oluşturacaktır. "Yazınsal bir yapıt" eksizsiz olduğu
oranda eksiği de olacaktır. Saint Beuve'ün de deyişiyle; "yazarın
kaleminden akan damlaların yanısıra okuyucusunun gözlükleri altında oluşan bir
fîlizcikdir." Dolayısıyla bu soruyu yanıtlarken bu "yapıt”ın iki
yaratıcısını göz önünde bulundurmak gerekir... Bu yapıtıma getirilen
eleştiriler ise öteki yapıtlarıma getirilen eleştirilerden daha çelişkili olup,
birbirlerinin karşıtı olduğu bile söylenebilir. Ancak, bilinçli
eleştirmenlerden Fransa'da oturan İran'lı bir bilimadamı olan sayın doktor
Bedi', "Dörtyol" Le Carrefour adlı bir dergide yayımladığı bir yazıda
yapıttan çok beni ruhsal, düşünsel, toplumsal açılardan çözümlemeye çalışarak
onu, "Kara Mucize" adıyla dile getirmiştir. Mucize oluşu
"kaiIem/sözler"den dolayıdır. Kara oluşu ise "duygulara yaptığı
etki"den dolayıdır. Ben bu kara etki olayını tümden yok sayacak değilim.
Tersine, "çölün" bayındırlığı yok etme eğiliminde olduğu açıkça
ortadadır. Sudan, bayındırlıktan kesildiğinden dolayı çöl, bir çeşit
"kırgınlık”tır. Mutluluk, tatlılık ile durgunluğa karşı bir çırpınıştır. "Güzel
görmeyi" elden kaçırmaktır. Bu güzel görme, bir ağacın gölgesinde uzanarak
yanıbaşına ahır kurup içi sevgiyle dolup taşarken kendince mutlu olup bütün bu
nimetlerin karşılığını verircesine duran kimsenin güzel görmesidir.
Ancak, sorumlu,
yapıcılıktan sorunlu kişi yıkıcılığı öğretemez mi?
İşte bu yüzden
”çöl"de kalabilecek bir okuyucu, bu ise beni kaygılandıran korkunç bir
olaydır. çölde "şehadet"e gitmek üzere "yıkanıyor” olabilir.
Schendel'in de deyişiyle:
"Aşk
için, ancak yaşamın kendi gözleri önünde ölmüş olduğu kimseler ölebilir.”
Acı, olumsuzluk,
saçmalık... bunlar "yeryüzü" yaşamını "ondan sonraki"
yaşama doğru sürükleyerek bu ikisini eşleştiren oklardır. Başkalarının ekmeği
için kaygılanmak, onu elde etmeye uğraşmak ise ilk adımda kişinin kendi içinde
ekmek kaygısını öldürüp, kendi ekmeğini elden çıkarmasıdır.
Durum böyleyken,
"yeryüzüne iniş"i kendileri için korkunç bir gerçek sayan
insanoğlunun o bölümü için çöl; tatsız, acı bir yazgı olup, kişiyi yasaklanmış
meyveye yaklaştıran sonsuzluğa değin süren bir susuzluktur, öyleyse buna
dayanarak bir "Kara Mucize" olduğu söylenebilir. Ancak,
”kişi"nin alın yazısını benimseyerek "inilen, doyum, serinlik,
acısızlık cenneti'ne ulaşmayı amaç edinen insanoğlunun öteki bölümü için korku,
susuzluk ile sıcaklıkla dolup taşan çöle gönü) bağlamak, bu "yasaklanmış
meyvece ulaşmak üzere onları kendilerinden geçirmiş, bir tutkudur.
Şeytan
ile Havva'nın yüzyüze gelmesi ile başkaldırı oluşur. Böylece cennetten sürülüp,
çölün bağrına atılmak gerçekleşir.
Bırak "sevginin
şeytanlığını, çıplaklığını göstersin sana!
Anlam, acı ve dağınıklıktan öteye geçemiyorsa
da kesinlikle durgunlaşmak için görmemeye dayanma!
öyleyse!
Evet... ancak, suç
olmayacak obaydı boyun eğmeyi nasıl elde edebilirdin?
Gerçekte
kişi, eli kana bulanmış bir ”melek”tir.
Öyleyse çöl, yalnız
benim/bizim kamışlığımız değil, tersine "ulusumuz",
"ruhumuz", "düşüncemiz", "İnanç ile dinimiz",
"yazınımız", "yaşamımız", "doğamız" ile
"yazgımızın kamışlığıdır.
Çöl,
"bu bir coğrafya olarak beliren
tarih!"
"
Kaynak: Ali Şeriati – Kevir, Türkçesi Muhammed Nayif Şayir
1. Basım : Nisan1992, Ankara
Yorumlar
Yorum Gönder